"Zamanı kolayca kavrayamasak da, onun kolayca anlayacağımız bir yönü var: boyut oluşu… Bir yerde buluşacağımız kişiye "zaman" randevusu vermezsek, sadece mekânı belirtmemiz yeterli olmaz. Havada giden bir uzay aracında veya bir helikopterdeyiz. Yer koordinatlarını -yani enlem, boylam ve yüksekliği- belirterek, konum bildiriyoruz. Bunun mânâlı olması için, o anki zamanımızı, yani tarih ve saati de belirtmek gerekir. Bunun için, uzay-zaman, dört boyutlu bir ölçüm sistemidir; et ve tırnak gibi.
Zamanı, sadece vakti bildiren bir saat meselesi olarak düşünürsek yanılırız, o; boy, en, derinlik gibi bir boyuttur. Zamanı idrakte zorlanmamızın bir sebebi de şu olsa gerek: Göz idrakimiz üç boyuta hassastır. Diğer boyutlara hassas değildir. Birçok canlı derinlik boyutunu algılayamaz. Bazı hayvanlar çevrelerini fotoğraf gibi, iki boyutlu görür. Âlemi siyah beyaz gören hayvanların diğer renklerden habersiz yaşamaları gibi, biz de diğer boyutları kavramakta zorluk çekeriz.
İnsanoğlu, duyuların en gelişmişi ile çok farklı ve imtiyazlı bir konuma sahip. Buna rağmen görme, işitme ve hissetmemiz sınırlı. Duyularımızın ötesindeki nice âlemler idrakimizi aşıyor.
Zamanın boyut oluşunu destekleyen diğer bir husus ise, onun öteki boyutlarla uyumlu ve orantılı olmasıdır. Zaman, uzay boyutlarına paralel olarak süreç itibariyle büyüyor veya küçülüyor. İnsan 60–70 yıl, mikroskobik böcekler bir-iki gün yaşar. Güneş ve kâinatın ömrü ise, milyar yıllarla ifade edilir. Bunlar makro-âlemdir. Çok çok küçük olan atomaltı parçacıkların ömrü ise, milyarda bir saniye mertebesindedir. Bu yüzden bunların parçacık değil, rezonans olduklarına hükmederiz. Atomaltı ölçekte mekân (uzay) küçülmesiyle birlikte buna uyum gösteren bir "zaman küçülmesi" vardır. Bu da zamanın bir boyut olduğunun bir başka ispatıdır.
Uzay denen mekânın diğer boyutlarını nasıl anlayacağız? Mekânın dördüncü boyutu ne mânâya gelir? Bunu anlatmak bir yana, sezgiyle, hayalde canlandırmak bile kolay olmaz.
Bir şeyin a (uzunluğu), a2 (alanı), a3 (hacmi) ise, a4 nedir? Uzayı bir düz kâğıt gibi kabul edersek, bu kâğıdın derinliği yoktur, sadece yüzeyi vardır. Bu esnek kâğıdı kıvırıp külâh yaparsak, 'Schwarzschild Hunisi' oluştururuz. Küre yüzeyi gibi yuvarlatırsak, 'Riemann Uzayı' elde ederiz. Üç boyutlu Dünya'yı -üzerinde durup bakarken- iki boyutlu görmemiz gibi, üzerinde bulunduğumuz bu kâğıdı da daima iki boyutlu algılarız. Ancak bir derinlik oluşturduğumuzda, yani kâğıdın altına inip çıktığımızda üçüncü boyuttan söz edebiliriz.
Mekânın dördüncü koordinatı tüneldir. Kâinatımızı 'iki boyutlu' yani ince düz bir levha veya kâğıt olarak düşünelim. Bu yüzey üzerinde kalınlığı olmayan fotoğraflar biçiminde insanlar olalım. Tıpkı bir gazete üzerinde derinliği olmayan resimler gibi. Biz bu kâğıt üzerinde her yöne gitmekte serbestiz, yani dört yön duyumuz vardır. Fakat bu kâğıt yüzeyinden hiç dışarı çıkamayacağımız için biz alt ve üst (yukarı ve aşağı) terimlerini hiç bilmeyeceğiz. Zaten söyleseler de bize inanılmaz gelecektir. Böylece üçüncü boyut diye bir şeyden haberimiz olmayacak, sözlüklerimizde de 'yukarı', 'aşağı' gibi terimler bulunmayacaktır.
Bizim kâğıt kâinatımızdan yukarıda üç boyutlu bir cisim olsa, bu cisim, bizim kâğıdımızı yararak geçip gitse bile, biz onu yine üç boyutlu olarak görmez, sadece bizim evrenimizle kesiştiği şeyi görürüz. Örneğin bu bir küre ise, bir daire olan izdüşümünü görürüz. Enlemlerinin kesitleri kutuplardan itibaren giderek büyür, Ekvator'da en geniş daire olur ve sonra yeniden küçülen halka biçimi de öteki kutup noktasında kaybolup aşağı geçer. Yani onu, kesiti veya gölgesi olarak fark ederiz. Böyle üç boyutlu bir cisim, kesitini gördüğümüz için bize iki boyutlu görünür. Şaşırırız; çünkü birden 'var' olmuş olur. Bizim biçimlerimiz sabit olduğu için, o küre cismin aniden iki boyutlu dünyamızda belirmesi, sonra büyümesi, küçülmesi ve en sonunda yok olması bize çok tuhaf gelir.
Dışımızdaki dört boyutlu bir cismin 'üç boyutlu' gölgesi, üç boyutlu mekânımıza düşer. Tıpkı bir kürenin çember görünmesi gibi, düz tünellerin uzunluğunu değil, kesitini görürüz. Küre basit bir cisim olmasına rağmen bizi şaşırttığına göre, şimdi daha karmaşık bir şekil düşünelim. Meselâ bir vazonun gölgesini duvara aksettirelim ve vazoyu evirip çevirerek, değişik gölgeler oluşturalım. Duvarda yaşayan bir vesikalık fotoğraf, kendisiyle aynı düzleme düşen bu gölgeye ve ondaki değişikliklere hayretle bakacak, ürkecektir. Çünkü o boysuz insan, bizi ve vazoyu değil; sadece duvarın üzerine düşeni görmektedir. Onun kâinatı duvarıdır, duvarın dışı ve arkası yoktur. Söylesek de inandıramayız.
Bizler, tek bir uzay-zaman konisi içine sıkıştığımızdan hâdiseleri, mekânın dar kalıpları içinde ve belli boyutlarda değerlendiriyoruz. Meselâ en, boy ve yükseklikle anlatılmak istenen hacimle ilgili bir uzay kavramı, anlaşılır bir husustur. Fakat dördüncü boyut olan zaman, fizik ve izafiyet içinde yer aldığı hâlde, mücerret bir uzunluktur, madde ötesidir. Beşinci boyut denen akıl-şuur ise, zaman gibi mücerrettir, maddî değildir. Tünel de bize böyle inanılmaz bir boyut olarak görünmektedir.
Kâinatta beş duyuyla görebildiklerimiz, fizik kanunlarının dışındaki çok boyutlu hakikatlerin (on sekiz bin âlemin) sadece bizim algılama boyutlarımıza bakan üç boyutlu birer gölgesi mesabesindedir. Göremediğimiz, fakat var olduğunu hissettiğimiz âlemleri, tâbi olduğumuz fizik kanunlarıyla tam olarak anlamamız ise, bu imtihan âleminde zamanın ve mekânın dar kalıplarından sıyrılmamıza, ruh ufkuna doğru seyahat etmemize, fizik ve metafiziği beraber ele alan yeni bir ilim dili geliştirmemize bağlı görünüyor. Netice itibariyle, modern fiziğin araştırma sahası olan şehadet âlemi (ölçülebilir, görünür âlem), Bediüzzaman'ın (ra) ifadesiyle, gayb âlemi üzerine atılmış tenteneli bir perdedir. |